28 Şubat 2010 Pazar
Bir tanesini alicam!!!
Sabah onda Iraz'ın bağlantı kurmasıyla Ankara Binbir Çiçek Yuva'nın sahibi ve kendisi de Amerika'da Montessori Eğitimi almış Hilal hanım (Mutlusoy Öktem) Adana'ya gelerek bizlere bir tanıtım yapacağı için, cumartesi sabahı için erken denilebilecek bir saatte sekizbuçukta yollara düştük. Elişim sabah uyuyabilsin diye "Bensiz Günce'yi nasıl tek başına idare edebilecek mi" endişelerine rağmen anneannesinde kaldı.
Lokumcuğu yolda uyutabilirim diye umut ediyordum ama her zaman olduğu gibi evdeki hesap çarşıya uymadı. "Uyku uyku" diye koltuğundan kurtuldu, kucağıma yerleşti, yine sütleri de götürdü ama uyuyacağına kalkıp oturdu.
Ben yeniden koltuğuna yerleştirebilme yöntemleri denerken, o da bunların her birerini ustalıkla savuştururken, babaM da gişeye yanaştı (KGS'miz çalışmadı da). BabaMın telaşla "Bozuk paran var mı?" sorusunu duyan Lokumcuk, hayatında ilk kez gişeye para ödeyeceğimizi görecek olmasına rağmen, gişedeki görevliye uzatılmak üzere para aradığımızı anladı. Ben cüzdanımdan beş lirayı bir türlü çıkaramazken benden önce bir ellilik kapıp "Al" diye uzattı görevliye. Neyse ben de beşliği çıkarabildim "O çok fazla Günce'cim, bunu verelim" deyip uzattık görevliye.
Lokumcuk takipte. Görevli babaMa beş liranın üstünü üç adet birer lira olarak verdi, o da bana uzattı. Bozuklukları cüzdanıma yerleştirmeye çalışırken, kucağımda hiç olmadığı kadar hanımcık oturmakta olan Lokumcuk "Bir tanesini alicam" deyiverdi.
Değil bir, bin tanesini veririm ben sana Lokumcuğum da herkesin avuçladığı bu paraları elinde tutup ne yapacaksın ki! İstek böylesine güzel gelince kıramadım tabi ama bir süre sonra aldık.
Saat ona beş vardı ve benim arabadan çıkmam gerekiyordu artık. Lokumuma anlattım ve ağlamadan babasıyla beni bırakıp devam ettiler.
Toplantı muhteşemdi. Bayıldım, kafamdaki soru ve endişeler aydınlandı ve bir kez daha Montessori'nin çocuğa yaklaşımından BÜYÜLENDİMMMM...
Keşke Ankara'da olabilsek, gözümü kırpmadan Lokumu Binbir Çiçek'e gönderirdim.
Matematik öğretim materyallerinin nasıl kullanılabileceğini gördükçe keşke Elişim de böyle bir sistemle tanışabilseydi diye geçti kafamdan en önce. Gerçekten matematik gibi soyut kavramlar ancak bu kadar elle tutulabilir yapılabilirmiş. Hilal hanım dördüncü sınıf öğrencileriyle şubat tatilinde çalıştıklarını söyleyince de, ya yaz tatilinde yada okulun vereceği ara tatilde mutlaka Elişiminde bu çalışmaları izlemesini hatta mümkünse katılmasını sağlamaya çalışacağım Hilal hanımla görüşerek.
Hatta Ankara'ya mı taşınsak acaba?:)))
Böyle bir tanışma sürecinin ardından hem Lokumcukla, hem de Elişimle (komik gelebilir belki ama denemeyi planlıyorum) daha öncesinde çok da anlamlandıramadığım çalışmaları yapmaya başlamak üzere kırılmaz sıkıştırılmış borosilikat camdan sürahiler (biri Eliz, biri Günce için), kulplu cam bardaklar, tepsiler ve sünger aldım.
Kaydedilen video gösterilerini en kısa zamanda Iraz'dan alıp (keşke hem kameramı, hem de anneanneyle babaMı da götürseymişim toplantıya) izlettireceğim anneanneyle babaMa.
Attığı her adımda her ikisinin "düşersin, koşma, kafanı vurursun" uyarılarından Lokumcuğum her merdiven çıkma girişiminde "kafam" diyor, "vurabilirim" anlamında ve elinin tutulmasını bekliyor. Bugün anneanne de "yapabilirsin, çıkarsın" telkinlerimle bir iki saat içinde kendi başına inip çıkmaya başladı.
Geç de olsa belki Elişimin de kafasında birşeyleri değiştirebiliriz. Umarım, değiştirebiliriz!
25 Şubat 2010 Perşembe
Paydon!!!
Kapının çaldığını duyar duymaz, gelenin ben olduğumu anlıyor ve "yaşasııınnnn" diye atılan o kocaman çığlığı ta kapının dışından duyuyorum...Bu gerçekten tarifsiz...
Yine terlik, yine "üöpp" sahneleri ardından yataktaki ilk girşimimiz her zaman olduğu gibi on dakikalık emme sonrası Lokumcuğun ayağa fırlamasıyla sonlandı.
Ayağa kalkarken de ağzından kocaman bir "burrppp" kaçtı. Kalkma işlemini iki saniyede tamamladı, elini ağzına götürüp kapattı ve aynada kendine bakarak "paydonn" dedi!!!
Haydi miniğim günde otuz kere hapşıran annesi nedeniyle (hele de bu aralar), "çok yaşalara" doğduğu günden beri maruz kalıyor, o nedenle hapşıran birine "çok yaşa" dediğinde hapşıran çok şaşırmıştı ama biz onun bu deyişe aşinalığını biliyorduk da, bu "buurrppp"dan sonra "pardon" dendiğini nereden duymuş da, aklında tutmuş şaşakaldım!!!
Bu ara arabada sıkılmasın diye aldığımız iki CD'den de çok memnunum:))) İlki Banu Kanıbelli Kar'a. Bu CD'de "Palyaçonun topları" adlı şarkıya bayıldı Lokumcuk. Evde de "Çap, çap,çap" (çarp, çarp) diye kendi kendine söylüyor. İkincisi ise benim çocukluğumdan kalma Modern Folk Üçlüsü şarkıları. Şarkıları bunca aradan sonra yeniden duymak benim için de çok hoş oldu da, hiçbirimiz aralara konan şiirler kısmından hoşlanmadık.
Akşam babaMın ameliyat günü gecikmeleri vardı yine. Lokumcuk elimden bir öne bir arkaya taşıdı beni. Bütün birgün içinde en az uğradığı yer kendi odası (en yakın zamanda Lokumcuk için daha uygun bir hale getirmeye çabalayacağım ama ne yaparsam yapayım Elişimin odası hep daha cazip olacak galiba), odaya girdiğinde de tembel anneSi (anNem oldu anneSi uzun zamandır, babaM sayesinde) hala ona uygun bir kitaplık yaptırmadığı için şimdilik malesef kapalı gözlerden birinde duran kitapları karıştırmaya başlıyor. Bu aralar Cemice (Cemile) leri keşfetti. Elbette üç sayfadan fazla okumayı ben başaramadım zaten de, anlaşılan o ki anneanne ile babaM da başaramamış. Sormadım yada görmedim birlikte okuduklarını ama Cemile'nin ayıcığının adının Tombiş olduğunu yada bir başka kitabında aşı yapıldığını biliyordu ben söylemediğim halde. Kaydedici anında kaydetmiş onları da.
Hala bir şekle sokamadığım karşılıklı duran nişlerinde de birkaç kitabı var. Bunlardan biri bayıldığı Disney İlk Ansiklopedim "Yayvanlar"...Neredeyse hepsini öğrendi.
Odaya girince yine "Yayvanlar"ı istedi. Koltuğuna kuruldu. O sırada kitap elinden düştü. Kitabı almaya çalışırken pufa kafasını çarptı ve : "Ayy kafam. Kafam donk yaptı. Öüpp". İyiden iyiye konuşmayı halletti artık da ne zaman elime kamerayı alsam dut yemiş bülbüle dönüyor:)))
BabaM gelince yağmur nedeniyle bugün hiç dışarıya çıkamayan Lokumcuk "pıtır pıtır" yağmur altında babaMla marketten yumurta ve muz alıp geldi.
Sonra uykuya. Gözleri kapalı, resmen uykusunun arasında konuşuyor: "Annanne aşşa, annanne göşü, Efe'nin göşü, Günce'nin göşü..." şeklinde herkesin gözünü saydı. Ne görüyorduysa rüyasında.
Dün sabah da "tamam, tamam, bitti" diye bağırdı önce uykusunun arasında sonra "anneSi kolum aciyo" dedi. Hala aşı travması :(((
22 Şubat 2010 Pazartesi
21 Şubat 2010 Pazar
Dön Dön Kelebek
Iraz Montessori Eğitimi Yahoo Grubundan tanıştığım biri ve Günce'den bir ay büyük bir Rüzgar'ı var. Böylece ilk kez sanal ortamdan tanıştığım birini realize etmiş oldum. Ama iyi de oldu. Hiç aklıma gelmeyen basit basit ama çok yararlı örnekler sunuyor miniklere. Kendi yaş grubuyla da birlikte olmuş oluyor.
Bu hafta iki şarkı öğrendik birlikte, ikisini de çok sevdi Lokumcuk.
Gerçi ilki şarkı değil de bir tekerleme-oyun gibi birşey. Yöresel muhtemelen, ben ilk kez duyuyordum ama katılımcı anneler biliyordu.
"Dön dön kelebek
Hacı Baba gelecek
Burnuna havuç takacak
Hapşuuu" (Burada yere yatıyoruz, düşer gibi)
Minik kızımın doğduğundan beri en tanıdık olduğu şey, sürekli hapşıran bir başladımı da duramayan annesi sayesinde hapşuu'lar. Artık "çot yaşa" bile diyor.
Yavuç da var olayın içinde (H'ler hala y Günce'de. Hatta bugün "filin kocaman yortumu" söylemi içinde bir adet daha oldu bunlardan).
Dönme ve hele de yere düşme kısmı yani aksiyon da olunca bayıldı Lokumcuk.
Diğeri de
"Gidiyorum gidiyorum, gidi-gidi-gidiyorum
Ben hiç durur muyum?
Durdum.
Acıktım,
Yiyiverdim, yiyiverdim, yiyi-yiyi-yiyiverdim
Doydum.
Gidiyorum, gidiyorum, gidi-gidi-gidiyorum
Ben hiç durur muyum?
Durdum.
Susadım,
İçiverdim, içiverdim, içi-içi-içiverdim
Doydum.
Gidiyorum, gidiyorum, gidi-gidi-gidiyorum
Ben hiç durur muyum?
Durdum.
Baktım,
Görüverdim, görüverdim, görü-görü-görüverdim.
Gördüm.
Gidiyorum, gidiyorum, gidi-gidi-gidiyorum
Ben hiç durur muyum?
Durdum.
İşittim.
Duyuverdim, duyuverdim, duyu-duyu-duyuverdim.
İşittim.
Gidiyorum, gidiyorum, gidi-gidi-gidiyorum
Ben hiç durur muyum?
Durdum.
Kokladım.
Koklayıverdim, koklayıverdim, kokla-kokla-koklayıverdim.
Kokladım.
Gidiyorum, gidiyorum, gidi-gidi-gidiyorum
Ben hiç durur muyum?
Durdum.
Sustum.
Susuverdim, susuverdim, susu-susu-susuverdim.
Sustum"
Tabi tamamlayamıyoruz daha ama ben de çok beğendim. Umarım şarkıyı doğru hatırlıyorumdur. Elişim oralarda olsa pat diye tekrarlardı, bir kez duysa yeter de ben de pek böyle olmuyor.
Bundan sonrakilere anneanneyi de dahil etmek istiyorum, sonuçta o benden daha çok zaman geçiriyor Lokumcukla, görse iyi olur diye düşünüyorum.
19 Şubat 2010 Cuma
Piya buyda...
Ne kilosu ölçülebiliyor, ne boyu, hele kafa çevresi imkansız. O bayıldığım "tamam, tamam, bitti"ler avaz avaz çığlıklar eşliğinde çıktı bu sefer.
Sonra Lokumumu istemeye istemeye eve bırakıp, geri döndüm hastaneye.
Döndüğümde keyfi gayet yerindeydi, yine kapıda kocaman bir ağız dolusu "yaşasıınn" ile karşılandım, minicik elin eşliğinde yapılan "del, del" çağrıları yerine "delir misin?" dedi bir de üstelik.
Bugünlük sırayı karıştırıp, Elişimden önce geldim bir de. Taşınalı bir buçuk sene oldu, bir türlü yerleşemedik bu eve. Hazır erkence geldim ya, boş durulur mu, ne zamandır kafamda olan Elişimin piyanosunun yer değiştirilmesi işlemine geçtim hemen. Piyano yeniden salona gitti.
Piyano harekatı tamamlanalı beş dakika bile geçmemişti ki, Elişim geldi. Odaya girer girmez piyanoyu göremeyince ağlamaya başladı, "piyanom gitmiş" diye ve ağlayarak odasına gitti.
Aman minik bir panik oldu, bir panik oldu...
Tuttu anneanenin elinden, doğru Elişimin arkasından, onun odasının kapısına:
"Elişim, üüüüü yok, piya buyda" (küçücük kol da yerini gösteriyor)....
Ya ben gerçekten yemek istiyorum bu kızı. "Elizim ağlama, üzülme, merak etme, bak piyanon burada" diyor, minicik haliyle.
Tabi Elişim de onun bu haline dayanamayıp çıktı odasından.
"Eliz ne yaptı, ağladı mı?" dedim.
"Üüüü" dedi.
"Üüüü diye mi ağlıyor Eliz?" dedim.
"Üüüü"dedi.
"Peki Günce nasıl ağlıyor?" dedim.
"AAAAAA" diye kocaman bir çığlık!!!
Artık "kendini bilmek" mi denir, "doğrucu Davut" mu denir, ne denir bilemedim. Bildiğim yenir bu kız yenir.
16 Şubat 2010 Salı
Lokumcuk şallaniyooo...
Ve ondan sonra çıldırdı.
Önce tutturdu "şallaniyo, şallaniyo". Kendine ait bir çarşafın içine yerleşti, bir ucundan babaM tuttu, bir ucundan ben, güya sallanacak. Çarşaf daha tam bir gidiş-geliş hareketini tamamlamadı, yeni çığlık "Bitttiiii".
O ani duruşu yapamasak kafa üstü düşecekti neredeyse...Ayağa kalkar kalkmaz yeniden "Şallaniyoo". Yeniden bir uçta babaM, bir uçta ben, kendi çarşafa yerleşmeden yeni çığlık "Şallaniyoo sen, sen, sen" .
Uçtan tutan olmak istiyormuş, bir ucu o tuttu, bir ucu ben, çarşafa da şişme "meemee"yi koyduk. Bu sefer diğerinden daha iyiydi, salınım hareketi dört kez oldu. Yeniden "Bittiii, tuku, tuku".
BabaM, ben, Günce elele tutuşup dönmeye başladık, "Kutu kutu pens..." (penseyi tamamlayamadık bile) . Günce çığlık "Bittii, dıgıdık".
Ben oturdum, o da "göbüşe" oturdu ata biner pozisyonda. "Dıgıdık dıgı...". Günce çığlık "Bittii, fışfıışşş".
Aynı pozisyonda devam ediyoruz, "fış fık kayıkçı, kay...". Günce çığlık "Bittii, açıttım".
Peki...Haydi yemek yiyelim o zaman, "Çiçek çorbası içer misin?" (Bol sulu, kıymalı karnıbahar). "İçiyiimm" (pek de kibarcıktır).
Yeme pozisyonuna yerleşme, üç kaşık yemek, Günce çığlık "Bittii, şu, şu,şu". Bardağına su koyduk, önce bardağa limon koydu, üstüne yoğurdunu döktü, o sırada Elişimin yoğurduna da el koydu,.......
Yatana kadar da durmadı, bu böyle sürdü gitti...
Ben de aslında bunların hepsini yazacaktım ama çok yorgunum...
Yanlışşşş
Saat yedide Elişimin kahvaltı ve hazırlığı ile uğraşmak zorunda olduğum ve ikisi birden ayakta olunca hareket hızım aşırı zayıfladığı için Lokumcuk babaMla yatakta oyun oynama moduna girdi. Elişimi okula gönderip, yanlarına gittiğimde babaM kahkahalara boğulmuş haldeydi.
Lokumcuk yatağa uzanmış, o yumuk ellerle gözlerini kapatmış, babaM "Günce nerdee?" diye soruyor, Lokumcuktan ses yok. BabaM Lokumcuğun ayak parmağını tutmuş, "Bu kimin ayağı?" diyor, Günce'den yanıt: "Elişimin!"
Ben odaya girince "aşa", "aşşa" lar başladı tabi. BabaM pik düzeydeki endişe katsayısı nedeniyle asla izin vermediği için Lokumcuk sadece benimle olduğu zamanlarda öğrenebiliyor bu yataktan inme yada biryere çıkma işlerini.
Aşağı inince yatağın altına biryerlere "şaklandıımm" diyerek saklandı. Ben "Günce saklanmış, nerdeymiş, kapının arkasında mı acaba?" der demez, saklandığı yerden hiç çıkmadan yanıtladı: "Yanlışşş".
Bu ara bayılıyor hata bulup, "yanlışşş" diye bağırmaya.
Ya ben evde kalmak istiyorum, onun bütün bu hallerinin hepsini görmek istiyorum.
Ne kadar hızla geçiyor zaman ve giderek daha hızla büyüyor sanki.
15 Şubat 2010 Pazartesi
Teniş oldum
İlk kez Günce ve ben sadece ikimiz arabadayız.
Hiç sorun çıkarmadı:)))
(Bu oto koltuğuna oturtamama sorunumuz çok canımı sıkıyordu, nihayet koltukta dışarıyı seyrederek oyalanmaya başladı. Biner binmez çocuk şarkıları CDsini koyup, eline de bir kitap tutuşturdum yine de)
Günce: Parka didiyos...
AnNem: Parka değil annecim, babaya gidiyoruz. Ateş'in babasını da göreceğiz.
Günce: Ateş Elişim kovaliyoo...
AnNem: Evet Güncecim, Ateş Elişimi kovalıyor.
Günce: Kaydiraka didiyos...
AnNem: Bebeğim şimdi kaydırağa değil, babaya gidiyoruz, Ateş'in babası koluna bakacak.
Günce: Babanın evine didiyos...
AnNem: Babanın işine gidiyoruz bebeğim, babanın evinden şimdi çıktık ya...
...şeklinde sohbet ede ede hastaneye ulaştık. BabaM poliklinikte, biz doğrudan Ateş'in ve Zeynep Sara'nın babasının odasına gittik.
Görünürde birşeyi yok. Yine de röntgen çekilse mi noktasından şimdiye kadar istenen kan istemlerinde yaptığımız gibi vazgeçtik. Evde biraz daha gözlem.
(BabaM önlüğünü çıkarmadan ona bile gitmedi)
Sonra biraz da bizim binamıza uğradık. Daha önce içeri girer girmez ağlıyordu, bu sefer direkt yukarıya çıktık, onun da keyfi yerindeydi.
"Annenin evi" dedi yine beni hayrete düşürerek, en son geldiğimiz zaman Temmuz 2009'du. BabaM "annenin evi değil aşkım, annenin işi" dedi.
................
Günce banyoya bayılıyor da sadece suda oynama kısmına.
Vucudunu temizlenmeye başladığımızda ufaktan kaçma girişimleirne başlıyor ama asıl kıyamet kafaya su dökme kısmında kopuyor.
Bebe Confort duş şapkası da edindik bir tane ama yok, taktırmıyor bile.
Az önce de ufak bir kıyamet kopma olayı yaşadık. Ben havlusuna sarılmış ağlamaklı Lokumcuğu kucaklayıp, aynanın karşısına oturttum, babaM da bir yandan hafif hafif saçını kurularken bir yandan da aynada kendine bakmakta olan Günce'yle sohbettedir:
BabaM: Bak ne güzel olduunn...
Günce: Bıcı yaptım, güzel oldum.
BabaM:Evet güzel oldun, temiz oldun.
Günce: Teniş olduummm. Top?
(Lokumcuğun en çok istediği şeylerden biri tenis oynayan Elişimin yanına, korta dalmak.)
BabaM: Tenis değil kızım, temiz, bak temiz oldun, mis gibi kokuyorsun.
Günce: Karga gördüm.
BabaM:????
Günce: Uçiyooo, gak diyiyo...
(Gündüz görmüş galiba uçan bir kargayı. Lokumcuğun çok yakınına yaklaştığı ilk kuş Dolmabahçe Sarayının bahçesindeki bir kargaydı. Birden "gaakkk" dedi karga ve benim minnoş kızım uzunca bir süre kuşların "gaakkk" dediğini sandı. Sonra diğerlerinin "cik cik" dediğini hatta bazılarının konuşabildiğini öğrendi.)
Bir konudan diğerine öyle keskin geçişler yapıyor ki, kalakalıyorsunuz.
Arada bir henüz onsekiz aylık olduğunu unutuyor muyuz ne?
14 Şubat 2010 Pazar
Şuka şit dovn
Sekiz ay civarında ilk sözcüğü net olarak ağzından çıktı: "Eyiş"!!!
Bunu "Kitii" takip etti, ardından "annam", "doydum" gibi sözcükler girdi.
Nedense en hayretle hatırladığımızsa "Şukaa şit dovn". Lokumcuk onbir aylıkken Kar Tanesine sonunda bir nintendo geldi hediye olarak yanında da Nintendogs diye bir oyunla. Oyun İngiltere'den geldiği için Türkçe versiyonu yok ve Kar tanesi de köpeğine "Luka" adını koymuş.
Lokumcuğun doğumgününe yaklaşan zamanlarda ikisi arabada arka koltukta oturmaktalar (Hiç unutmam o görüntüyü, çünkü Lokumcuğun koltuğunda oturarak biryere gittiği ender görüntülerin ilkidir o. Benim onu koltukta oyalayabilmek için kendimi paralamam gerekmedi. Arada bir mızırdandıkça da Elişim Günce'ye "Kız dans etmemek, git odun toplaa" dedi, o dedikçe Lokumcuk gülmekten katıldı!!!??? Bu replik sanırım Peter Pan'dan). Bu arada Elişim elindeki nintendoya komutlar yağdırmaktadır: "Luka sit down". Arka arkaya birkaç kez söylemek zorunda kalır ooyunu açamadığı için. Açmayı başardıktan sonra da ekrandaki Luka'yı Günce'ye de gösterir. Lokumcuk da bayılır "köpüşe".
Bu olayın ardından dört beş gün geçer. Lokumcuk yine bayıldığı mekana Elişimin odasına dalmıştır. Onun yokluğundan hemen yararlanarak kapalı durumdaki nintendoyu eline geçirir ve seslenir: "Şuka şit dovn".
Şimdi de ciddi bir kelime dağarcığına sahip.
Bugün birlikte yemek yediğimiz bir yerden çıkışta plastik bir kapalı fanus içinde, çevirdikçe hareketlenen kar tanecikleri içinde oturan bir köpekçik verdiler. Elişim de "neyse plastikmiş, düşse de kırılmaz" dedi. Lokumcuk geri kalır mı? "Plaştik, yanlişşş, kırılır" dedi.
Kendi yaş seviyesindekilere "bebep" derken, daha büyüklere "akkadaş" yada "kardeş" demesini de unutmadan ekleyeyim.
Bu arada bugün her ne kadar bana çok saçma günlerden biri gelse de Elişimi kırmamak için bir Sevgililer Günü pastası aldık. Bizimki ne kalpli ne de yazılıydı, sadece kırmızıydı. Üzerinde bir hafta boyunca başında dönüp durduğu ve gündeminin baş köşesine oturduğu için Lokumcuk için konulmuş bir "Uböcii" ve "Bal yapmaz bir arı" olan Elişimi temsilen bir "ayııı" vardı.
Ve bu kadar yazıdan sonra itiraf ediyorum, asıl yazmayı amaçladığım konuyu hala hatırlayamadım:))
13 Şubat 2010 Cumartesi
Annesi, kısı!
Bu "şüt şütü" meselesi nedeniyle Lokum Hanım altı aylıktan itibaren bizim odamızda hatta ne odası bizim yatağımızda yatıyor, pardon biz onun odasında yatıyoruz, öyle de bir tavır içinde, sahiplendi yatağımızı.
Saat başı uyanıp süt istiyordu, başlarda yılmadım sürekli kalkıp odasına gittim ama bir gün değil iki gün değil, haftalarca böyle. Artık dayanamamaya başladım ve sonunda pes edip yatağa ortamıza aldık. Aldık da Lokumcuk uyurken de gündüz ki kıpırlığını sürdürüyor. Bir ay kadar böyle idare ettik ama sonunda 1.60'lık yatak üçümüze dar gelmeye başladı.
Ne yapalım diye düşünürken (bu arada park yatak, yer yatağı gibi gibi alternatiflerin hepsi denendi) aklıma Elişimin arkadaş yatağı geldi. Denedim, yükseklikleri denk geldi birbirine, 90'lık yatağı bizimkine birleştirdik. Böylece 2,5 metrelik bir alan elde etmiş olduk.
Günbegün Lokumcuk 1,60'ı ele geçirdi, biz de babaMla 90'a sığmaya razı olduk.
Kaç gündür burun tıkanıklığının etkisiyle ne kendi uyudu, ne beni uyuttu. Artık dün gece dayanadım ve kenarlık-Günce-anNem-babaM dizisini kenarlık-Günce-babaM-anNem şekline çevirmeye karar verdim Lokumcuğun tekme darbelerine dayanamayarak.
AnNem neden karar verir? Elbette Lokumcuk misillesin diye. BabaMın yanında olduğunu farkeder etmez, denize ulaşmaya çalışan yavru karetta gibi küçük bir tepeyi (babaMı) aşarak bana ulaştı.
Görüşmeyeli uzun yıllar oldu ya, bir sarılmalar, öpmeler (ki genelde öp deyince yanağını uzatır, bu sefer baya baya beni öpüyor şapur şupur), yetmedi "üp" demeler (onu öpmemi istiyor), öptürmeler, ardından gelen "annesi, kısı" deme... Sonunda kucağımda uyuyakaldı...
Bugün sabah babaM kıskançlık-alınganlık duygularının (annesi-kısı demesi çok koydu babaMa) karışımı içinde ben azıcık uyuyabileyim diye Lokumcuğu oyalamaya çalışıyor ama o durmayıp "annesi-kısı"lara başlıyor yine. BabaM küskün küskün getirdi Lokumcuğu "al annesi" diye.
Lokumcuk kucağıma yerleşti, "şüt şütü" diye. Hiç ikna çalışmaları yapacak halim yok, çünkü gözlerim kapanıyor, pozisyon aldı, döndü bir de "müşik" dedi. Müziği de açıldı.
Eminim, dünyanın en lüks restoranında, özel ayarlanmış müzisyenler eşliğinde bile kimse bu kadar keyifle yemek yemiyordur. Anneannenin dalga geçtiği kadar olduk artık, heralde ilkokula gidene kadar bırakmayacak bu emme işini.
12 Şubat 2010 Cuma
Anlayamadığımız Şovaayyy???
İki üç gündür emekleme modunda ama daha çok bir yengeç gibi görünen Lokum Hanım durumu açıkladı: "At oluş"...
At olmaktan hızla ressam olmaya geçiş...Mami, yeşil, pembiş diye diye keçe kalemleri alıp kağıda çizerken bir yandan da bana açıklamalarda bulunuyor: "Göşü, baba, çopaç (topaç), bebep (bebek)" çiziyormuş!!!
Sonra hızla "kumanna"yı eline geçirdi, "baş baş baş" kanalları değiştirdi.
Buradan da "tanşünene" (tansiyon) ölçme girişimine geçildi.
Bir sonraki hedefse iki gündür avucuyla içine dalmaya bayıldığı "kımer" (krem) kutusu...
Bu arada unutmadan ekleyeyim. Kaç zamandır "annesi" diye seslenip duran babaMı onca uyarmama rağmen beni dinlemedi ve Lokumcuk iki gündür "anNem"lerin arasına "annesi" demeye başladı. Ama intikam baldan tatlı, ben de "babasııı" diye seslenmeye başladım ve minik papağan bugün "babaM"a "babası" demeye başladı. HAHH!
Bir süredir "Eprikıs" diyen Lokumcuğun neyi anlattığını hala bilemiyoruz. Elişim "apricot" olduğunu ve kendisinden öğrendiğini iddia ediyor ama öyle bile olsa neyi böyle adlandırdığını anlayamadık. Dün akşam buna bir kelime daha eklendi. Kucağıma yüzü bana bakacak şekilde ata biner gibi oturup, "Şovaayyy" diye yüksek sesle bağırırken bir yandan da kafasını sağa sola sallıyor.??? Anlamadık. Galiba şövalye de, kafa neden sallanıyor acaba? "Yüsgay" (rüzgar) diyordu saçını eliyle karıştırarak, belki de kafa sallama da uçuşan saçı temsil ediyor:))
11 Şubat 2010 Perşembe
İsim bulamıyoruz
Baba: Zamanımız mı azalıyor, bebek daha yirmi haftalık…
Anne: Olsun anca buluruz, güzel bir isim bulmalıyız, güzel olmalı…
Anne: Elsa nasıl?
Baba: Elsa mı? Nereden geldi Elsa aklına Allah aşkına?
Anne: Eliz’in bestesi var ya, fasulyenin de şiiri mi olsa acaba dedim. Elsa’nın Gözleri, bence güzel…
Baba: Bir aslan vardı, şaşıydı hani, onun adı değil miydi Elsa? Bir de gözleri diyorsun, direkt aklıma o geldi. Hem ille de şarkılı olacaksa Mihriban koyalım o zaman.
Anne: Ne alakası var şimdi, ben şarkısı olsun demiyorum ki, şiiri olsun diyorum…
Baba: Ada Naz nasıl?
Anne: Katalaz der gibi.
Baba: Senden başka kimsenin aklına gelmezdi heralde katalaz!!!
Anne: E benden başka hiç kimse geçen hafta sınava girmedi tabi…Aynı katalaz gibi duyuluyor, asla olmaazzz…
Baba: “Şu Ada senin, Bu Ada benim, yelkovan kuşlarının peşisıraaa…” Ada, Ada, Ada (muhtelif tonlarda)…
Anne: Olmaazzz…
Baba: Niye ki? Şarkıysa, şarkısı da var.
Anne: Evet ama çok Ada var çevrede. Hem Ada demiyorsun, Ada Naz diyorsun ve niye dediğini biliyorum!!!
Baba: ???
Anne: Adana olsun diye söylediğini biliyorum. Niye Adana olsun ki, İstanbul koyalım o zaman!!!
(Bunu dememi takiben bir iki ay bile geçmemişti ki Okan Bayülgen doğacak kızının adını İstanbul koyacağını açıkladı).
Anne: Alisa nasıl ?
Baba: Ne Alisa’sı? Nereden buluyorsun bu isimleri? Hatta Alisa bir isim mi? Sabancılara ait bir firmaymış gibi duruyor daha çok.
Anne: Ne alakası var, elbette bir isim, hem de gayet güzel bir isim.
Baba: Elizzz, bir baksana, Alisa güzel bir isim mi, söyle yavrum güzel mi?
Eliz: Güzel deee, yaaniiii, pek Türkçeymiş gibi durmuyor.
Baba: Hem seslen bak Eliiizzz gibi çıkıyor aynı, Alissss…Karışır ikisi karışır, olmaz.
Anne: Tamam o zaman Dora olsun!
Eliz: Dora yani, çizgi filmdeki Dora gibi mi!!!???
Baba: Dora mı ne Dora’sı?
Anne: Evet Dora, hem hemen her dilde rahatça kullanır, nereye gitse rahat eder.
(Bu sırada dışarıda yemekteyizdir ve tam yanımızdan köpeğini gezdiren biri geçer, -Dora adlı Golden’ı gezdiren biri- çocuğu para verip tuttuklarına dair hala şüphelerim var)
Baba: Madem her dilde rahatça kullanma kriteri arıyoruz, Selin nasıl?
Anne: Çok enteresan, nasıl da bulabildin? Berrin’in kızının adı Selin, unuttuk mu?
Baba: Ama Ada onda, Selin bunda, kimsede olmayanı nasıl bulucaz ki!!!
Anne: Kimsede olmayanı aramıyoruz ama bu kadar dibimizde de olmasın. Ayrıca istersem kimsede olmayan da bulurum!
Anne: Elda, Elda. Elda nasıl?
Baba: Tamam Elda olsun bir adı, ben de ötekini Hüsniye koyarım, o zaman.
Anne: Hüsniye Elda, süper oldu!!! Hüsniye’yi nerden buldun canıımmm!!!
Baba: Sen Elda’yı nereden bulduysan, ben de Hüsniye’yi oradan buldum. Bütün “El” le başlayan isimleri bulmak zorunda mısın?
Anne: “Vadi “demekmiş, hem kulağa hoş geliyor.
Baba: Hüsniye de “güzel” demek.
Anne: Kaç kişi bilir ki ne demek olduğunu?
Baba: Herkes bilir.
Anne: Tamam soralım herkese o zaman. Serdar, Hüsniye ne demek biliyor musun?
Serdar: Bilmem, kız Hüsnü mü? Sakın sorma Hüsnü ne demek onu da bilmiyorum.
(Sorduğumuz hiç kimse bilemedi ne demek olduğunu)
Eliz: Hep böyle oluyor, babam country isimler buluyor, annem city.
Anne: İyi de kızım, çocuğun annesinin adı Nil, ablasının adı Eliz, çocuğa soracaklar “Senin adın ne yavrum? –Hüsniye, teyzeciğim.”
Direkt depresyon nedeni. Yani suç bizde değil. Anneannene söyleyeceksin, o country koysaydı, öyle devam ederdik, ama o başlatmış city, ne yapalım…
Anne: Volga nasıl?
Baba: Kesin hamilelik zekayı etkiliyor, kesin (içinden elbette ama yine de duyuluyor). ??? dolu bakışlar…
Anne: Nil’e uysun dedim de. Tamam, tamam.
Baba: Balım koyalım mı, Balım?
Anne: Olmaz.
Baba: Ama Balım çok güzel bir isim.
Anne: Evet güzel bir isim.
Baba: ????
Anne: Çünkü o bizim balımız, neden başkası benim kızıma “Balım” desin? Yoksa güzel isim.
Baba: Balkız diyelim o zaman.
Anne: Şöyle yapalım canım, sen “Balkız” de, senin haricindekiler hep beraber başka bir şey diyelim. Mesela ben “Balböceği” diyeyim…Eliz “kızböceği”, bu da “balböceği” olsun:))
Baba: Mira dedi birisi, Mira’yı beğendin mi?
Anne: Kulağa hoş geliyor ama ne demekmiş?
Baba: Tamam, boşver.
Anne:???? (“inşaatta kullanılan kalas” gibi bir şey görmüş anlamında)
Anne: Masal olsun mu?
Baba: Masal diye bir isim varmı ki?
Anne: Öykü var, Şiir var da Masal niye olmasın ki?
Eliz: Beğenmedim anneee…
Anne: Maya nasıl?
Baba: Sınıfta “Arı Maya” diye dalga geçerler.
Anne: Onun sınıfındakilerin “Arı Maya” diye bir şeyin varlığından muhtemelen hiç haberleri olmayacak canım. O yüzden dalga, malga geçemezler.
Baba: Yine de sevmedim, ekmek mayası gibi.
Anne: Koskoca bir uygarlık, sen de neye çevirdin!!!
Baba: Begüm olsun mu?
Anne: Bu da kulağa hoş geliyor ama olmaz.
Baba: Bu niye olmuyor ki?
Anne: Bilmem, bu bebekte Begüm hali yok.
Baba: Nasıl yani, Begüm hali nasıl oluyor ki?
Anne: Ne biliimm, böyle zarif, ince bir kız hali. Pıtırcığın öyle bir hali yok.
Baba:Nasıl karar verdin karnında iki büklüm duran bebekte öyle bir hal olmadığına.
Anne: Verdim işte, bu böyle afacan bir şey , Maya tipi var mesela.
Baba: Allah Allah??
Anne: E baksana herkesin bebeği annesinin karnında uslu uslu oturuyor, bir de bizimkine bak, tekmelerini kaç kilometre uzakta duranlar bile görüyor ve ne zamandan beri. Bir sağa yığılıyor karnımda, bir sola. Uçan tekme bir kızdan Begüm falan olmaz, Maya işte bu, kıpır kıpır.
Baba: Belli olmaz canım daha şimdiden.
(Oldu, belli oldu, aynen karnımdaki gibi, ya ayakta duruyor ya da uyuyor –kendisinin yürüyemediği zamanlarda yürüyen birinin kucağında oldu,yedi aylıkken kendi başına tutunarak yada dayanarak ayakta durmayı öğrendi, sekiz ay civarı desteksiz ayakta duruyordu, dokuz buçuk ayda da bağımsız ilk adımını attı, on aylıkken net olarak yürüyebiliyordu- oturduğu bir zaman hiç yok, puset, oto koltuğu da dahil.)
Bir gün bu ve bunun gibi uzayıp giden diyaloglardan bunalan Eliz oturmuş bir şeylerle ilgilenirken, yaptığı işle ilgilenmeyi hiç bırakmadan, sıkıcı diyalogumuza katılmaksızın ve hatta kendi kendine konuşur gibi “Günce, olsun” dedi.
İkimiz birden susup, ona döndük. “Günce mi, neden Günce?” (Hiç duymamıştım)
“E, çünkü Eliz’in Günce’si” dedi.
Ve bitti.
Üstelik çaktırmadan başka bir anlamı daha var mı diye de baktım. “Güneş gibi” yazıyordu. Ağustosta doğacak bir aslan burcu kızına “Güneş gibi” demekten daha uygununu bulabilir miydik, hiç sanmıyorum.
İşte Günce böyle Günce oldu.
Uböcii evdeymiş...
Günce’nin banyodan anladığı küvetinin doldurulup, oyuncaklarının “içinde-dışındaa” şeklinde suya daldırılıp çıkarılması, “moncuk”ların ortaya saçılması (boncuk şeklinde banyo köpüğü), yine “moncukların” paket renklerine göre “yeşill, pembişş, moyy” şeklinde sınıflandırılmaları, ortalığa maksimum su sıçratılması… Kafasına su değdiği andaysa kıyameti koparıyor. İşte bu sefer benim de banyodan asıl hedeflediğim tam da bu. Kıyamet koparırken bu arada burnu buharın da etkisiyle tamamen boşalıyor.
Ama tabi ben kucağımda Kıpırcıkla temiz giysilerini toparlamaya çalışırken bir yandan da anneanne “üşüteceksin iyice çocuğu” deyip durduğu için küçük papağan repliği kapmıştı çoktan.
-Şoyuk!
-Soğuk mu tatlım? Üşüdün mü? (İçerisi en az 30 derece, ben kurt çıkarmaktayım)
-Üşüdüm, yırka (hırka) diydim!!!!
Böyle diyor da bir yandan da kendini suya atmanın sabırsızlığı içinde. “Bebek Koala Banyoda” isimli kitapta gördüğü şekilde çorabını çıkarmaya çalışıyor.
-Çovakımı çeçiyom (çorabımı çekiyorum- dünden beri ekleri kullanma iyice belirgin hale geldi: Uyya’nın terliki gibi).
(“Bebek Koala Banyoda” ilk kez tüm sayfalarına bakabildiğimiz kitap oldu. Yoksa hiç kaybedecek vakti yoktu herhangi bir kitabın sayfalarında, onları oradan oraya taşımak varken... Bir de içinden hayvanları bulabileceği kitapları seviyor. Disney İlk Ansiklopedim Hayvanlar gibi.)
Banyo sonrası kurulayıp, giydirmeye çalışırken her zamanki gibi görüş alanına giren ne varsa eline geçirdi. Boş lens temizleme solüsyonu kutusu oldu “babanın şammuanı”…
Aynen tahmin ettiğim gibi oldu, burnu rahatladı, Lokumcuk bir haftaya yaklaşan süredir ilk kez üç saate yakın, güzel bir uyku çekti.
E tabi bu dinlenmiş hal de akşama aynen yansıdı.
Daha ben kapıdan içeri girerken cıvıldayarak “uböcii buldukkk” dedi. Uğur böceğini boş yere aramıyormuş demek ki, o görmüş bir şekilde, anlatmaya çalıştığını anlamamışız. Nihayet Hülya’ya göstermiş, o da muhtemelen soğuktan içeriye sığınan uğur böceklerini ve bir yaprağı minik bir kavanoza koymuş Lokumcuk için. Aman bayıldı onları izlemeye bayıldı. “Uböcii yappak yiyoo”, “uböcii şenden koyktu” (uğur böceği ondan korkmuş), “uböcii şaklandı” (böcekler yaprağın altına girmiş)...şeklinde uğur böceklerinin yaşamından naklen yayın halindeydi.
Böyle anlarda evde bir köpeğimiz olması fikri yine zillerini çaldı kafamın içinde ama bizim için gerçekten zor olacak bunu da biliyorum. Yine de bugünlük bir petshop ziyareti yapmaya karar verdik.
Bu arada bir yandan kendisine sıkılan portakal suyundan bir yudum alırken bir yandan da hollyhop çevirmekle meşgul Eliz’e de tavsiyede bulunmaktadır “Elişim porkatal iç”.
Petshopa girdik ve bir köpek olmasa da balık yada “kapanii” (kaplumbağa) alabileceğimizi düşünürken Kıpırcık yine sadece “Ogani” ile ilgilendi.
“Günce bak oradaki tavşanlara da bakalım mı?” Günce’den yanıt: “O diyil, buu”.
Bu ogani sonunda yaşamını bizim evde sürdürecek galiba…
(Köpek almaya diyorum ama kastettiğim aslında edinmek. Bir köpek yada kedimiz olmasına karar verirsek satın almak yerine kendisine ev arayan bir tanesini edineceğiz. Bu şekilde Petshop ziyaretleri bir yandan iyi oluyor ama bir yandan da benim içim hayvanların böyle yakalanıp, kafeste sergilenmesine, bir de üstüne satılmasına razı değil.)
Eve döndüğümüzde Elişim anneannesiyle ödevini tamamlamaya çalışır durumdaydı. Lokumcuk doğru “ödef”lerin (ödev) başına yöneldi. Önce kalem kutusunu aldı, fermuarı açtı, içini boşaltıp, boş kalem kutusunu bana getirdi, “moy kadem ayiyom” (geçenlerde her tarafı mora boyadığı kalemi arıyormuş). Kalemi verdik, “çeviyiyom” dedi (kapağını çeviriyormuş).
Eliz’in çantasının üzerinden atlayarak geçerken ayağı takıldı ve kendi kendine “takildik çança” diye söylenerek puflaya puflaya geçişi tamamladı.
Bir kağıda “yaşiyom” diyerek yazdı.
Tabi bütün bu döküştürmeler Kıpırcığı en fazla beşer dakika oyalayabildi.
Sıra Elişimin diğer “çança”sına –cüzdanına- geldi. İki adet bir lira, bir tane de beşyüz kuruşu çançadan çıkarıp aldı. Ağzına atar mı acaba diye her an atlamaya hazır ama karışmadan da izlemeye başladık. Bir "peeçee" (peçete) serdi sehpaya. Üzerine de paralarını teker teker yerleştirdi. “Biy, iki, üççç, üç tane payaaa, tamaamm” diyerek noktayı koydu.
10 Şubat 2010 Çarşamba
Şen otuydum, ben de otuy...
Gözümü açmadım ki, belki yeniden uyur. Nerdeee?
Kıpırdanmaya başlamasıyla yatakta ayağa kalkması arasında geçen süre en fazla on saniye sürüyor. Yine öyle oldu. Geldi parmağıyla gözkapağımı açtı. Karşımda ayakta ama yere kadar eğilmiş, kocaman gülen bir yüz ve kocaman bir "Günaayyydııınnn".
Haydi bakalım, gel de uyu!
Yataktan aşağıya ters dönüp bacaklarını sarkıtarak indi. Artık işlevini yitirerek Günce için basamak haline gelmiş koşu bandına indi, çıktı, indi, çıktı, indi, çıktı ve sonunda oturdu. Bana dönüp "şen otuydum, ben de otuy" dedi minik. Ben ve senler hala ters söyleniyor. "Sana mı vereyim?"dememle başladı bu durum, yanıt geldi hemen" Şana". Şimdilik"şana, şen de, şen şen" lerin hepsi "bana, ben de, ben ben" demek aslında. "Ben" diyorsa bu da "sen" demek...
Gösterdiği yere ben de oturdum, üç saniye sonra bu sefer "annem, kalkış" dedi, tamam o zaman kalkalım bakalım.
Bu otur-kalklar da on kez tekrarlandıktan sonra "hadi, diş fırçalayalım" dedim. Fırçayı kapıp kayboldu. "Günceee" diye seslendim. Hem kendisi geldi koşarak hem de seslendi "efemmim?".
İçeriye geçtik birlikte, ben kahvaltı masasına her oturduğum da koşarak "anne del, del " diye elimden çekiştirdi heyecanla.Elimi tutup biryandan da "didiyoşş" diyor, gittiğimiz yer de yedi adımlık mesafe... Birşeyler arıyor belli de ne aradığını anlamadım. Aslında çok açtım ve masaya odaklanmış olduğumdan ona çok da konsantre olamıyordum.
Üç dört kez tekrar etti, benim masaya oturmam, onun gelip elimden tutup geri götürmesi...
Sonunda kendisi gelmeden olduğu yerden seslendi:"Annem, aradim, uböcii yok!".
"Bulamadın mı bebeğim, gitmiş mi?"
"Bulamadim, ditmiş, yok".
Sadece anneannesi değil, ben de yiyeceğim bu kızı...
9 Şubat 2010 Salı
Bugün Günce...
Şurubunu içelim mi diyorum, "şubup içiş" diyor, "hah, hele şükür bu sefer olay çıkmayacak heralde" diyorum ama olay çıkacağı daha kutuyu görür görmez kesinleşiyor. "Koyuşşş, şubupu tukuya koyuuşşş" diye bağırmaya başlıyor, sonra yutturana kadar akla karayı seçiyoruz (tuku tuku penşe!).
Sonra yine, zaten yeteri kadar Kıpırcıklığı yetmezmiş gibi iki gündür iyice çenesine de vuran öforik haller başlıyor.
Daha ben kapıdan girer girmez, "ayakkap çıkariyom" deyip terliklerimi burnuma dayadı yine (terlikler de ilgi alanı içinde).
İçeri girdik, "Güncee, bakış, fofak bakışş" dedi. Bir kutuda oradan buradan fotoğraflarımız var, çoğunluk Günce olduğu için fofak (fotoğraf) demeden önce "Güncee" diyordu bunlara Kıpırcık. Kutuyu alıp, döktük içindekileri yine. "AnNem bebep Güncee kucaka, bul, bull, bulll". Evet, şimdi bu tarife uyan fotoğrafı bulmak zorundayız.
E, iyi de, bunların çoğunda annenin kucağında bebek Günce var, nasıl bulacağız ki?
Bu kız cin, gerçekten cin, bakışımdan anladı, nasıl bir fotoğraf arayacağımı bilemediğimi. Koştu, bir oyuncak bebek aldı geldi, bebeğin nasıl tutulmuş olduğunu önce bana gösterdi, sonra babasına koştu "babaM bebep tutuş" diyerek babasına da gösterdi.
Bu kadar kopyadan sonra artık ne aradığımızı daha iyi anlamış bulunmaktayız ve verilere dayanarak ilk fotoğrafla şansımı denedim. "Bu mu?" O minicik işaret parmağı havada, sağ kol sağa sola gidip gelmeye başladı "Yanliişşş".
Heralde benim bulabileceğimden emin olamadı, koştu babaMı getirdi çekiştirerek -babaMla daha fazla bakıyorlar bu fofaklara- , arama işine birlikte giriştik. Derken ikinci kez şansımı denedim, oymuş, önce kısacık bir "bu" geldi, fotoğrafı eline alıp giderken de ekledi "güşelll".
Biz yine ??!!??
Bu kadar aradığımız fotoğraf beş dakika sonra yerdeydi. Bu arada gözü kendi masasına Elişim tarafından bitirildikten sonra bırakılmış puding tabağı ve kaşığa ilişti. İstikamet masa...
Kıpırcık değiştirdiğimiz bezlerini çöpe kendisi atıyor. Arada bir de atabileceği başka şeyler çıkarsa onları da atıyor. İçinde kaşıkla tabağı eline geçirdi, önce bana gösterdi "pudik" diyerek. "Evet Günce'cim, Elişim yemiş" dedim. Tabağı aldı ve mutfak tarafına yöneldi "çöpe, çöpe" diyerek bu kez. Kirli gördü ya, çöpe atılması gerektiğini düşünmüş.
Çöpe atmayacağımızı, bulaşık makinesine koyacağımızı anlatana kadar göbeğim düştü, en sonunda kendisi koydu tabağı da oradan uzaklaşabildik.
Bu arada bir muz kapıp, Elişime koştu "muş kabuyu açiyom". Bir ısırık aldı bu kez de "kapat".
En son cümle de (tabi aslında durmadan birşeyler söyleyip duruyor da, hepsi aklımda kalmıyor) bez değiştirirken geldi. "Ayakkap giyiyom, yürüyüş, pıtır pıtır". Annannamdan duymuş mutlaka, hep o söyler "bütün gün bir aşağı, bir yukarı yürüyüp duruyor pıtır pıtır " diye.
Bizim kayıt makinesi de boş durmamış, kaydetmiş tabi...
8 Şubat 2010 Pazartesi
Kıpırcığın hasta hali!!!
Rahat nefes alamıyor, bir de post-nasal akıntı öksürüğe, öksürük de midesinin bulanmasına neden olduğu için oldukça huzursuz. Anneannesi çarşambadan beri yoktu, sanırım küskünlük de eklendi:)))
Öğlen uyutana kadar hiç kucağımdan inmedi. Neden sonra iyiden iyiye yoruldu ve zor da olsa dalmayı başardı (başardııkk yada başardıımm Kıpırcığın dilime doladığı bir sözcük oldu, -hiç seyretmediği halde oyuncakçılarda gördüğü kafasını çılgın gibi sallayan Dora bebeklerinden öğrendi sanırım-öyle güzel söylüyor ki).
Sonrasında ben çıktım ama aklım evde kaldı.
Korktuğum olmadı, uyku iyi gelmiş olmalı, daha iyice uyanmış, anneanne ile de barışma sağlanmış. Yine de üzülmemek elde değil, anNem yanında olmayınca eldekine razı oluyor lokumcuk...
Ben içeri girer girmez haberi verdi iki minik eli yanlara açarak önce: "Uböcii kaybettik, saklaniyooo" (uğur böceğini kaybetmişler, saklanmış- Hülya balkona konan uğur böceğini Kıpırcığın masasına koymuş, o da uçup gitmiş muhtemelen).
Ardından "martete, martete" dedi. Tamam babaMı arayalım dedim, hayali telefonla benim yerime aradı ve "Alo, aşşkıımm deliyoruumm"u yapıştırdı Elişimin ama en çok benim hayret dolu bakışlarımın arasında.
Eve gelince babaM yarım ölçek Peditus verdi. Hem ilacın, hem de rahat nefes alamamanın etkisiyle Kıpırcık daha da kıpır hale geçti.
"Montu, montu, okoparka" çığlıkları eşliğinde arabaya bindik, yağmur yağıyordu hafiften.
Yolda ilerlerken sahil bandı boyunca minik oyun alanlarını görünce "Şalincak pişş" dedi önce. "Pis değil ama ıslak" dedim.
"Duyyy, kaydiraka bakiyoommm" dedi. Yavaş git, göremiyorum diyor kendince.
Market yoluna dönünce "Kipa'ya didiyoşşş" diye bağırdı bu sefer.
Markette de ortalığı birbirine kattı elbette. Boyunun yetiştiği her raftan birşeyleri iki adet alıp, gözüne kestirdiği bir sonraki ikiliyi görene kadar elinde taşıyıp, yenileri görünce de elindekileri oracığa bırakıp, yenilerle yoluna devam etti. Bunları yerine yerleştir, ardından yeniden Kıpırcığı yakala, bu arada Kıpırcığın market arabasına rastgele doldurduklarını ona çaktırmadan geri boşalt, "poşett, poşett" taleplerine uy, poşete doldurduğu "yavuçları, porkatalı, mannayı" ayrı poşetlere yerleştirip, sen biraz daha ekleme yap, görünce Kıpırcık geri boşaltsın, bu arada yine çaktırmadan Kıpırcığı gözden kaçırma ve en sevdiği kısım "ödeme" ye gel. Her aşamadan diğerine öyle hızlı geçiyor ki, Kıpırcığı arada kucağına al, sonra taşıyama ve yere bırak, market arabası yetmezmiş gibi, bir de oturmayacağını bile bile hala umudunu kesmediğinden yanına aldığın puset de fazladan başına bela olsun, sen arabaya mı, çantana mı, pusete mi, Kıpırcığa mı hatta sürekli ortadan kaybolup duran Eliz'e mi sahip çıkacağını bilemeden, "imdatt" diye babaMdan destek kuvvet iste ve Kıpırcığın "ödeme, ödeme, ödeme" tekrarları arasında kasaya ulaş. Daha bu işi bitiremeden Kıpırcık bu sefer de "şüt, şüütt, şüüüttt" diye başlasın, koştur arabaya, şeklinde hızlı bir tur sonrası bizimki eve ulaştığımızda hala hiç uyuyacak gibi durmuyordu.
Ben bezini değiştirmeye çalışırken kaşla göz arası Elişimin kalem kutusunu kapıp, iki saniyede fermuarını açıp, içini boşalttı. Mor bir Stabilo kalemi eline geçirip, bir yandan debelenirken, bir yandan da "Moy kadem kapak açççç" diye bağırıyordu.Ben ahtapot anne bir elle bez değiştirme işlemini tamamlamaya çalışırken, diğer elle mor kalemin kapağını açarken, dönüp duran Kıpırcık düşmesin diye de sol bacakla bariyer oluşturmakla meşgulken, kapağın açılması işleminin görece yavaşlattığı Kıpırcık, bu kez de "kayaattt" (kağıt) diye bağırmaya başladı.
Kağıdı da verdim ama şu son "parnak" boya deneyiminden beri sadece kağıda "çismek" Kıpırcığı kesmiyor. "Koltuk olmaz" dememe kalmadan "koltuku boyadiimm" dedi. Gözünü seveyim, yıkanabilir keçe boyaların, şimdi nasıl çıkacak bu???
Boşluktan yararlanan Kıpırcık bir yandan parkeleri çizerken, bir yandan da "yerleri çiisss" diye bağırıyordu bu sefer de...
"Ama kızım, yerleri de çizme, lütfennn".
Bir anlık arama sonrası yeni hedef belirlendi, "terliki çiissss"...Yok kararlı ille biryerleri çizecek...
"Bak kağıdına yazmalısın" diye o an elime geçen post-iti uzattım önüne. "Sarıya yasss, 3-1-3" dedi ve 3-1-3 yazdı?!?
Kocaman kağıt kesmemiş, küçücük sarı post-it Kıpırcığı keser mi, oradan hızla kendi "maşa" ve "şadalye"sine geçti.Sonuçta masa-sandalye onun, ona karışmadık....
Nihayet bu işten sıkıldı "kademi anneye veriş" dedi ve yemek masasına yöneldi....
Çorba kasesine iki elle dalıştan sonra, "muşş, muşşş" diye bağırmaya başladı bu sefer...
Muşşş yerken bir yandan "kolkuk"una tırmandı, bir yandan boya kabı içeriğini kolkuka boşalttı, "şimdi kalemlerden birine basıp düşecek" diye içimiz kalkarken, muşu hiç sinirinin götürmediği ve sehpanın üzerinde duran kolkuk minderine iyice ezilene kadar sürdü...Çıkmayacak başka bir leke daha!-muzun da lekesi çıkmıyormuş, biz artık biliyoruz- (Koltuk minderlerini hiç sevmez, oturmayı hedeflediği her koltuğun minderi istisnasız kaldırılır, o alttan çıkan neyse ona oturur)
Sonunda yatmaya ikna ettik...
Yorucu bir gündü, çookkk yorucu...
Bir de bu hasta hali, sağlam halini düşünün!
7 Şubat 2010 Pazar
Bir y olmuş h daha!
Bir ara ardarda gelen uçak seslerinin peşine düştü lokumcuk. Önce babaMa dönüp "şeş nerden geliiyoo?" diye sordu. O pencereden bu pencereye koşarak "ukaç" (uçak) aradı.
Birşey yememe durumumuz da bir düzelme yok malesef, hatta artık burun akıntısı da başladı.
Oradan sonra Elişimi "teniş oyniyoo"ya götürdük. Lokumcuk da biraz kaydıraktan kayıp, "baçe" de (bahçe) dolaştı.
Bugün bir davetler günündeydik, akşam yemeğine de Defne ve Kayra'lara davetliydik. Tatlı almak için dolanırken, arabasının içinde Hakan'la karşılaştık ve Hakan el salladı kızlara. Günce bir yandan el sallarken, bir yandan bizi durumdan haberdar ediyordu "Yakan el salliyoo". Evet yeni bir y olmuş h daha!
Kayra'lara girer girmez lokumcuk akvaryuma koştu. Nasıl hatırlıyor, gerçekten şaşırıyorum, en az altı ay olmuştur o akvaryumu göreli.Ve şansına akvaryum da boştu. Girdi çıktı, "bayık?" diye sordu, balıkların nereye gittiğini anlayamadı bir türlü...
Yoğun geçen gün sonrası nihayet eve gelebildik ama bizimki iyiden iyiye artan burun akıntısına ve eklenen hapşırıklara rağmen cin gibi.
Odasından uzun kollu beyaz bir body, pijamasını ve uyku tulumunu alıp geldim. Lokumcuk "iyor, iyor" diye tutturarak üzerinde minicik bir "Eyore" kafası olan beyaz bodyi istedi. Uzatmadan verdim. Üç aylık olduğu dönemden bu yana kumaş delisidir lokumcuk. Dokunamıyorsa seyrediyordu ki gözüne kestirdiği hemen her kumaşa dokunmasını sağladım. Kendisi tutabilir hale geldiği andan itibaren de ne tip kumaşa denk geldiyse kendisi eline alıp inceledi.
En büyük favorisi ise kendi giysilerini alıp (body, bluz, pantalon, hırka ne olursa) boynuna atkı gibi takıp kaçmaktır. Sonra da elindeki parçayı evirir çevirir, şekilden şekile sokar.
Yine bunun için istiyor diye düşündüm bodysini. Aldı, sehpanın üzerine düzgünce yerleştirdi, yıkanabilir keçeli boyalarından birini eline aldı ve "yeşile boyuyoomm" diyerek, bodyyi yeşile boyadı!
İki üç gün önce Elişim Günce'nin düz beyaz bir bluzuna tekstil boyaları ile desen yapmıştı. Lokumcuk ilgilenmiyor gibi görünüyordu Elişim boyarken ve ben de şaşırmıştım nasıl oldu da ilgilenmedi diye.
Meğer öyle değilmiş, faaliyet çaktırmadan kayıt altına alınmış ve uygulama fırsatı eline geçer geçmez de değerlendirildi.
5 Şubat 2010 Cuma
Birkaç gündür Günce...
Ama çarşambadan beri hiçbirşey yemiyor, uyku düzeni altüst oldu (dün gece onbirbuçukta anca uyudu).
Bugün sabahsa onca açlık ve uykusuzluğuna rağmen iyi uyandı diyebiliriz. Hülya bulaşık makinesini doldururken olaya dahil olmaya çalıştı. Sonra dönüp "elim piş oldu" dedi. Artık iyiden iyiye üç-dört kelimelik cümleler kuruyor.
Sonra "şopet" diyerek "kugaççi" istedi. Bir dolu şirinlik yaparken "Fıstık mısın sen?" dedim. "Fışbık!" dedi (öyleymiş). "Çok mu fıstıksın?" dedim. "Çokkk" dedi.
"Kimin fıstığısın peki?" dedim. Bekliyorum ki "anNem" diyecek, "Elişin" dedi:)))
Biraz Toyz Shop'a uğradık, babaM marketteyken. Elişim kaç zamandır istediği çemberi bulmak üzere bizden ayrıldı. Biz de lokumcukla pastel ve kuru boyaların olduğu bölüme girdik. Bir kutu pastel boyayı eline alıp, açmak istedi. "Önce ödeme yapmalıyız" dedim sadece. Kutu elinde mağaza çalışanı kimi bulduysa "ödeme" diye kutuyu göstermeye başladı. Resmen "ödemeyi kime yapacağız?" diye soruyor. Hiç karışmayıp, sessizce arkasından izledim. Sora sora çıkışa yakın kasayı buldu ve elimden çekip "ödeme" dedi.
Ödedik birlikte. "Pooşet" dedi. Boyamızı poşete de koyduk ve çıktık.
Nasıl bir gözlemse bu, sadece onsekiz aylık bir bebek belki de ilk kez duyduğu bir sözcüğü tam da amacına uygun olarak anlayabildi ve ne gerekiyorsa yaptı...Gerçekten bazen şaşırıp kalmamak elde değil!
Gece uykusu yine aklına ne geliyorsa arka arkaya saymakla geçti: Aşanönönü (asansör), anNem, one, two, three (Eliz öğretmiş-two'yu bir duymanız lazım), Po (hiç seyretmediği halde nereden bildiğini anlayamadığımız Tele Tubbie karakteri), kaadem (kalem), dolna (dolma), Elişim, arnut (bu da armut- mler genellikle n oluyor), yatış, Munaatt (babaM)...gibi gibi saydı durdu. Ondan sonra uyuyabildi...
2 Şubat 2010 Salı
Yavaşş, yavaaşşş
Defne toplarla oynuyor diye "Kitii" li büyükçe bir topun peşine düştü (On aylıkken yürüdü Günce ve o zamandan beri sürekli üzerinde Hello Kitty gördüğü herşeyin peşinde- Eliz'in pijamalarını alıp paytak paytak kaçardı. Aklımız çıkıyordu kendinden iki kat büyük pijamaya basıp düşecek diye. Mümkün değil alamazdın da elinden o pijamayı).
Yakalamaya çalışıyor topu ama her defasında o daha eğilip topu alamadan ayağı topa çarptığı için duramadan yeniden hareketleniyor top.
Bir, iki derken bu duruma bozuldu bizimki ve bir yandan koşarken,bir yandan topa seslenmeye başladı: "Yavaş, yavaşş"...
1 Şubat 2010 Pazartesi
Kaotik gün devam ediyor
Aslında diğer akşamlardan çok da farklı başlamadı.
Günce hadi, bezi-bezi...
Günce kaçış.
Türlü dikkat dağıtıcı maymunluk eşliğinde gerçekten de kıpırdayıp duran bir ahtapotu giydirmekten çok da farklı olmayan bir bez açma ve yenisini bağlama eylemi tamam.
Günce hadi pijamamızı giyelim...
Günce kaçış.
Ahtapot giydirme işlemine devam, kıpır kıpır kıpırdayan Günce'ye uyku tulumu giydirme eylemi de nefes nefese tamamlandı.
Günce hadi artık, uykuya gidiyoruz, iyi geceler de...
Günce kaçış.
Günce yakalanır, babaMa "bayday" diye el salladı, Elişime "iyi gecee" dedi ve odaya yollandık.
Yok gidemiyoruz çünkü Günce bağırış.
"Munat, Munaat, Munaattt"...
BabaM geldi ve Günce'nin "kugaççi, kugaççi"lerine tepkisiz kalamayıp, isteği üzerine kucakladı.
"Koşşş" dedi Günce hanım.
Günce kucakta babaM koştu.
"Buyda, buuydaa, buuyyydaaa"
Tarif ettiği yere, Elişimin odasına girildi.
"Koye, koye" dedi Günce hanım.
Elişimin minik takı çantasındakiler Elişimin yatağına döküldü.
Bu da gece uykusu ritüeli.
İlle o kolyeler dökülecek, karıştırılacak, sıkılınca da "şüt, şütü" diyecek ve ancak öyle yatağa yatılabilecek.
Neyse "şüt, şütüü" dedi, yatağa yattık.
Müşik ve şüt eşliğinde uykuya daldı, sola dönüş ve ayaklarla kolları atış yapıldı, "tamam uyudu" derken aniden bana döndü ve "anNemm" dedi.
Ben de "aşkımm" dedim. "Hayııyy, yanlışşş" dedi ve ayağa fırladı ve yüzümü avuçlarının arasına alıp "yavvum" dedi!!!
Bir beş on dakika aynadan kendiyle konuştu " BabaM sakalı batiyoo" gibi birşeyler diyerek.
Yeniden müşik, şüt ve bu sefer uyudu derken, "bıcııı, kuru kolu, vuuuu" demeye başladı. Bıcı yapmış, babası kolunu havluyla kurulamış, sonra saçına kurutma makinası tutmuş, bunları anlatıyor da, şimdi nerden geldi aklına?
Yeniden ayağa kalktı. Kendisiyle sohbet , ve bir kez daha yatış, müşik ve şüt. Tamam, bu sefer kesin uyudu, daha derin nefes alıyor, kalkabilirimmm. Ya kalkarsın, ani bir dönüş daha ve önce "Öpp" sonra "yanakı" geldi. Gel de öpme.
Aynı ritüel, sar başa. Böyle böyle derken iki saatten fazla yatakta debelenmişiz. Uyku pozisyonu alıp alıp birdenbire dönüp her defasında başka bir konudan bahsetti: Ateş Elişi kovaliyoo (yılbaşının ertesi günüydü), Övgü tomit gülüyoo (komik birşeye Övgü gülmüş), şoğuk üşüyoom (içerisi 24 derece o sırada), Elişim şidi işliyoo (o yatarken Eliz CD izliyordu gerçekten, Şertan kocaman şaat (Serhan'a saat kulesini anlatıyordu), Buvakadi (Burak abi- Eliz de Günce de teyze amca gibi tamlamaları kullanmazlar, bizde herkes abi, abla), annannam kaadem çisiyoo (anneannesi kalemle yazmış), tişah tişah (timsah?!) şeklinde oradan buradan aklına ne geldiyse söyledi.
Sonuç, uyumadı. "Munat, Munat" diye bağırmaya başladı, babaM odaya girdi, anNem çıktı, ama daha kötü oldu, bu sefer gayet tizden bir sesle bağırmaya (babaM bu durumu cırlama olarak tanımlamakta- bakınız: www.kugaccikugacci.blogspot.com) başladı.
Aldık, oturduğumuz odaya geldik ama ayakta duracak hali yok, sersem sepelek yürüyor, uykulu ama öforik bir halde ne bulsa üstüne atlıyor (Elişimin kocaman baton çuçatası da-çikolatası- saldırıdan nasibini aldı), sallanan koltuğunun üzerinde ayakta sallanıyor. Bir yirmi dakika daha böyle hareket etmesine izin verdikten sonra, artık kapıp yatağa götürüyorum.
"Kapat gözlerini bakalım, çabuukkk".
İşe yaradı.
Bir onbeş dakika daha süt ve sonunda uyudu.
Toplamda iki saat kırkbeş dakikayı da geçtik galiba ama nihayet uyudu.
Ben de bunca yorgunluğun ardından baton çukatanın tüketilmesi işlemine epey bir katkıda bulundum.
Bir bardak suda fırtınalar koparmak
Pusete oturmamış, o yöntem yatmış böylece.
Önce annannamı yanına yatarak denemişler olmamış, Elişim yatmış yine olmamış.
Sonunda öğleden sonra üçbuçuk gibi kugaccide (Güncece kucak) müşik dinlerken uyuyakalmış.
Ben geldiğimde saat tam beşti. Ancak yiyemediğim öğle yemeğini yiyebildim ve lokumcuk uyandı.
Ama ne uyanış!
BabaMın kucağında yemek masasına oturdu ve "şu, şuu, şuuu" dedi önce.
Lokumcuk oldum bittim ağzına biberon, suluk gibi gereçler sürmediğinden (iki aylıkken, benim yokluğumda, tek bir kez aldığı anne sütü haricinde) ek gıdaya başladığımızdan beri mecburen (pek mecburen de değil aslında, kendi öyle istedi) bardakla içiyor suyu.
Kendimi bildim bileli kendilerinden kurtulamadığımız şu sarı pyrex takımlar Elişimin bebekliğinde olduğu gibi yine can kurtarıyor. [Babacığım sağolsun (bahsi geçen benim babam) bunların her parçasını aldığı yetmiyormuş gibi bir de her parçadan da beşer takım falan almış heralde. Nerdeyse kırk yıldır yazlıkta bizimle birlikteler bu sarı pyrexler, sürekli de kırılır dururlar, ama nasıl bir stoksa bu böyle nereyi açsan kırılanın yerine hiç açılmamış yeni paketleri çıkıyor.] Her boydan kaseler, biçim biçim fincan ve bardak alternatifleri ile Günce için de kullanıyoruz.
Minicik fincanına su doldurup, önüne koydum- ki suyunu hep bu bardakcıkla kendisi içer. İki damla su içerken eline döküldü.
Her öğünde su, çorba, yoğurt, yemek ne varsa "kaşik, kaşik" diye tutturup, önce kaşıkla ağzına götürür. Sonra "tabak,tabak" tutturmasını takiben bunlardan gözüne kestirdiğini, -tercihan hepsini- kaşıkla bir tabaktan diğer tabağa aktarma suretiyle karıştırır. Bu da kesmez balkızımı tabakları masanın üzerine devirerek, döktüklerini avuçlarıyla her tarafa yayar. En son kocaman önlüklere ve masa örtüsüne rağmen, masadan üstüne dökülenler nedeniyle sırılsıklam olmuş pantalonun değiştirilmesiyle öğün sona erer. Öyle iki damla suya pabuç bırakacak gibi değildir yani.
Aman allahım, ne ağlama, ne ağlama. Şaşırdık çünkü genelde çok canı yanmıyorsa ağlamaz, bağırır hatta cırlar ama ağlamaz. Nasıl inci tanecikleri gibi dökülüyor yaşlar gözlerinden.
Tutturdu "bu, bu, bu, bu" diye ama mümkün değil anlaşılmıyor "bu"nun ne olduğu.
-Su mu kızım?
-Buuu, buuu...
-Kutu mu kızım?
-Buuu, buuu...
-Şişe mi kızım?
-Buu, buu...
Gösterdiğimiz bu ve bunun gibi bir dolu alternatifin içinde istediği şeye en yakın yani "buuu"ya en yakın olan su şişesi gibi duruyordu.
Masaya su şişesi ve fincanını yanyana koyduk. Yok, durmuyor ağlaması. "Koy, kooyy, koyyy". Ya deliricem, neyi koyucam ki. Fincan ağzına kadar dolu suyla, hala koy diyor.
Bir tek damlalık yer kalmayana kadar bir daha doldurduk, feryat figan devam ediyor.
Anne içirsin mi sana?
Sanaa, sanaa (bana bana demek)
Ama içiremiyorum.
Sen içer misin?
Şenn, şennn (ben ben demek)
Kendi de içmiyor.
En iyisi olay mahallinden uzaklaşalım çaktırmadan...
Ne mümkün, başa sarış, "buuu, buuu, buuu"...
Elişim imdat, gel bir de sen dene...
Yok gözü ne Elişim görüyor, ne başka birşey...
Hah anladım, peçete mi, silelim mi istiyorsun?
Kağıt havluymuş.
Koparıp eline verdim, hay vermez olaydım, yeniden "buuu, buuu, buuu"...
Hadi sen kendin kopar bebeğim...
Bu sefer de "Bebeğimmm, bebeğimmm, bebeeğimmm"....
Tamam hadi ben sileyim kızım, helak oldun ağlama artık...
"Alama, alaamaa, alamaa"...
Anlaşıldı, ne desem tekrarlayıp, ağlamaya devam edecek.
Bu arada birşey oldu, heralde artık gerçekten çok çaresiz halde olduğumu hissetti ve birden "anNem, kugaççiii" deyip, anneciğinin kucağına geldi, kafasını omzuma yasladı ve sakinleşti...(bebeklerin bu başını omuza koyduğu pozisyondur beni bitiren)
Parnak boya girişimi
Neyse ki hava çok kötü-hem soğuk, hem yağıyor-, bir cumartesi evde oturabildik de parmak boya deneyimini yaşayabildik.
Dört rengimiz vardı. Kırmızı, sarı, mavi ve mor.
-Hangisini istiyorsun dedim.
-Sayı, dedi.
Açtık sarıyı. Önce bir parmağını soktu boya kabına. Belli, kayganlığından çok hoşlanmadı ama vazgeçmedi de.
Tamam parmağımı batırdım da, ee şimdi napıcam? şeklinde bakıyor bana.
Resim defterine parmağıyla çizebileceğini görünce hoşuna gitti. Bu sefer bütün parmaklar girdi boya kutusuna -tadına bakma kısmı da atlanmadı tabi. Ardından her iki el birden!
Bir keyif, bir keyif, kağıdı boyadı da boyadı. Döndü "maami" dedi. Maviyi de açtık.
Maviler kısmen kağıdın boş tarafına, kısmen sarıların üzerine boyandı.
İki eli birden boyalara daldırdıktan sonra boyama eylemi kağıttan masaya taştı. Masanın da boyanabildiğini görünce, kağıdı bir kenara ittirip, sadece kolları değil bütün vücuduyla, masanın yetişebildiği yerlerini boyadı.
“Hıımmm, masa boyanıyorsa şadalye de boyanır” düşüncesinin aklından geçtiği her birerimiz tarafından açıkça okunurken, ilk sandalye boyandı. İkinciye geçildi.
Hızını alamayacağı belli olan lokumcuğun coşkusuna, el izlerini kağıda çıkaran Elişim de katılmıştı çoktan ve onun dikkatini yeniden kağıda yöneltme çabası içinde “Günce gel bak, beni çiz, hadi Elişi boya” haykırışları lokumcuk tarafından aynen söylendiği gibi algılandı ve Elişimi saçlarından başlayıp, yüzüne inerek boyadı.
Bir anlık şaşkınlığımızın ardından biz gülmeye başlayınca lokumcuk “komik bir şey yapıyorum heralde” diye düşünmüş olmalı ki –haklıydı,çok komikti çünkü-, bu sefer de kendini saçlarından başlayarak boyamaya girişti.
“PARNAK BOYA” eyleminden kısa sürede tüller, duvarlar da nasibini aldı.
Bu renklendirme işi öyle hoşuna gitti ki, ertesi gün de gözünü “parnak, parnak” diye açtı.
Sonuç:
1. İyi ki suyla yıkanabilen boyalar bunlar (ELC’nin parmak boyaları).
2. Boyama girişimimizin yarım saati boya kısmı sürdüyse, en az birbuçuk saat de temizlenme kısmı sürdü.
3. Temizlenme kısmı da dahil her anına değdi. Elinde fofaklı (Güncece fotoğraf makinası) babaMdan anNeme, Elişimden lokumcuğa hepimiz her aşamada öyle eğlendik ki, o kasvetli karanlık cumartesi ancak bu kadar iyi geçirilebilirdi.
4. “Hafta sonları sokaktan içeri girmez ailesi” olarak gördük ki arada bir de olsa evde kalabilsek, iyi zaman geçirebileceğiz.
(Elbette bu aktivitenin üzerinden de en az üç hafta geçti ama anNem ancak yazabiliyor.)